Amsterdam Üniversitesi’nin 2017’de yayınlanan yeni araştırmasına göre, sel, sıcak hava dalgaları veya iklimle bağlantılı diğer felaketlerle karşılaşan insanların iklim değişikliğini çok ciddi bir tehdit olarak görme olasılıkları önemli ölçüde daha yüksek. Çevresel Araştırma Mektupları.
UvA’nın yeni iklim enstitüsü SEVEN’den Fabian Dablander tarafından yapılan çalışma, 142 ülkede 128.000’den fazla kişiden gelen ulusal temsili anket verilerini analiz etti. Sonuçlar açık ve tutarlı bir model ortaya koyuyor: Son beş yılda kişisel olarak iklim bağlantılı bir tehlikeyle karşı karşıya kalan bireyler, aynı ülkede bu tür olaylar yaşamamış kişilere kıyasla iklim değişikliğini çok ciddi bir tehdit olarak tanımlamaya daha yatkındı.
Seller, kuraklıklar, sıcak hava dalgaları
Çarpıcı bulgulardan biri sıcak hava dalgalarının risk algısı üzerindeki güçlü etkisidir. Sıcak hava dalgasına maruz kalmak, iklim değişikliğini ciddi bir tehlike olarak görme olasılığını üniversite eğitimi almakla aynı derecede artırdı; bu faktör, uzun süredir iklim farkındalığının en güçlü yordayıcılarından biri olarak kabul ediliyor.
Sel, kuraklık ve sıcak hava dalgalarının etkisi ülkeler arasında büyük farklılıklar gösterirken kasırga ve kontrol edilemeyen yangınlar gibi diğer tehlikeler dünya çapında daha tutarlı tepkilere neden oldu. Toprak kaymaları gibi nispeten nadir görülen olaylar bile artan risk algısıyla ilişkilendirildi ve bu da doğal afetlerle karşılaşmanın geniş psikolojik etkisini ortaya koyuyor.
Siyasi liderliğin ve kültürel anlatıların etkisi
Ancak sonuçlar, afetlerle ilgili bireysel deneyimlerin büyük önem taşıdığını, ancak bunların her zaman ulusal düzeye düzgün bir şekilde ölçeklenmediğini de gösteriyor. İklimle ilgili tehlikelere yaygın şekilde maruz kalan ülkelerin genel iklim riski algısının daha yüksek düzeyde olması zorunlu değildir. Örneğin, sel dünya çapında en yaygın tehlike olmasına rağmen, bazı sele eğilimli bölgelerde iklim değişikliğine ilişkin ulusal kaygı nispeten düşük kalmaktadır. Bu, medyanın, siyasi liderliğin ve kültürel anlatıların insanların deneyimlerini nasıl anlamlandırdıklarını güçlü bir şekilde etkilediğini göstermektedir.
Farklılıklar bölgeler arasında da belirgindi. Güney Amerika’daki insanlar iklim değişikliğini çok ciddi bir tehdit olarak görme olasılığı en yüksek olanlar oldu; ankete katılanların neredeyse dörtte üçü bunu söylüyor; Avrupa’da bu rakam yarıya yakındı. Bu arada, Okyanusya sakinleri genel olarak en yüksek tehlike deneyimi oranlarını bildirdiler; on kişiden dördü, son beş yıl içinde en az bir ekstrem olayla karşılaştıklarını söyledi. Avrupa, on kişiden ikisi ile tehlike deneyimi bildiren kişilerin en düşük oranlarına sahipti.
Psikolojik bir geçit
Dablander, “Kişisel deneyimler soyut istatistiklerin ve siyasi tartışmaların arasından sıyrılıyor” diyor. “Birisi yıkıcı bir sel veya sıcak hava dalgasıyla karşılaştığında, iklim değişikliğinin riskleri çok daha somut hale geliyor ve göz ardı edilmesi daha zor oluyor.” Dablander, bu tür deneyimleri, iklim değişikliğini uzak bir kavramdan acil bir kişisel gerçekliğe dönüştürebilecek psikolojik bir “geçit” olarak tanımlıyor.
Bunun sonuçları kamusal tartışma ve politika açısından önemlidir. Aşırı olaylara maruz kalan bireylerin iklim risklerini ciddiye alma olasılıkları daha yüksek olsa da, bu kişisel deneyimler tek başına ulusal fikir birliği oluşturmak için yeterli olmayabilir. Etkili iletişim ve siyasi liderlik olmadan, tehlikelere geniş çapta maruz kalmak bile iklim krizine çözüm bulmak için gereken kolektif eylemi harekete geçirmekte başarısız olabilir.
140 ülke
Araştırma, Lloyd’s Register Foundation ve Gallup tarafından yürütülen 2023 Dünya Risk Anketinden elde edilen verileri analiz etti. 140’tan fazla ülkede eğitim, gelir ve dayanıklılığın yanı sıra tehlike deneyimlerini de inceleyen çalışma, iklim etkilerinin risk algılarını nasıl şekillendirdiğine dair şimdiye kadarki en kapsamlı küresel tabloyu sunuyor.
Dablander, “Milyarlarca insan halihazırda iklim değişikliğinin etkileriyle yaşıyor” diyor. “Bu deneyimler biriktikçe, iklim eylemine yönelik talebin arttığını görebiliriz. Ancak siyasi liderlik ve noktaları birleştirmeye istekli medya olmadan, bu deneyimler tek başına ihtiyacımız olan dönüşümü sağlayamaz.”



